Batı’nın neden cehaletini ithal ediyoruz ki?

Benötesi psikolojinin Türkiye’deki temsilcisi psikiyatrisi Doktor Mustafa Merter, insan ruhunun sırlarının tasavvufta gizli olduğuna inanıyor.

Fahri Sarrafoğlu’nun röportajı

Benötesi psikoloji uzmanı, Psikiyatrsit Mustafa Merter, ile farklı bir söyleşi gerçekleştirdik. Benötesi psikolojinin Türkiye’deki temsilcisi psikiyatrisi Doktor Mustafa Merter, insan ruhunun sırlarının tasavvufta gizli olduğuna inanıyor. Psikiyatri eğitimini İsviçre Zürih Üniversitesi’nde tamamlayan Dr. Mustafa Merter, bildiğimiz psikiyatristlerden çok farklı. Psikolojide dördüncü ekol olarak kabul edilen “Benötesi psikoloji”nin Türkiye’deki ilk temsilcisi olan Merter, İsviçreli eşiyle yaklaşık 20 yıldır Bodrum’da yaşıyor. Hastalarının tedavisinde modern psikolojiyle tasavvufu birlikte kullanıyor.

 

İNANÇ GİBİ BİR HAZİNEMİZ VAR

Türkiye’de Psikolojik tedavide insana bakışta iki farklı anlayış mı var? Yani insana hasta olarak bakılan bir görüş, diğer görüş ise kucaklayıcı manevi bir  görüş…

Eğer bu soruyu psikiyatri ve psikoloji camiası açısından soruyorsanız evet 2 görüş açısı var. Bizim psikoloji ve psikiyatri ekollerimiz, kendi değerlerini görmezden gelip tamamen batı güdümlü oldukları için insanın sadece patolojik/hasta yapısını bilirler ve diğer kutupta yer alan kâmil insanların psikolojisini ya görmezden gelirler ya da küçümserler. Bu eksikliği fark eden A.Maslow gibi bazı psikologlar, batıda inançlı, mübarek, kâmil insanlarında psikolojilerinin araştırılması gerektiğine inanmışlardır.

Günümüzde durum nasıl, aynen devam mı?

Fakat bizde bilim camiasında daha hala hakim olan, bağnaz materyalist, ilkel-seküler paradigma çağın gerçeklerine uymayan bir anakronik tutumla her türlü maneviyat araştımasına düşmanca bir tutum içindedir. Mesela bir konuşmasında bu camiadan öğretim görevlisi hanımefendiye, Müslümanlarda intihar oranlarının daha düşük olup olmadığı sorulduğunda, cevabı, evet öyle (anlamlı bir şekilde daha düşük) ama “sakın beni onlardan sanmayın” cevabını verme cehaletini gösteriyor. Batıda olsa gerçek bilimselliğin gerektirdiği gibi bu konuda ciddi araştırmalar yapılırdı. Ama bizde bağnaz “aydınlanma dini” nin modası geçmiş kuralları daha hala devrede.

BATININ NEDEN CEHALETİNİ İTHAL EDİYORUZ Kİ?

İnsanımız daha doğrusu İNSANLIK kendini tanımıyor sanki. Biz buz üstüne bina yapmaya çalışıyoruz, evlilik, eğitim, çocuk vb gibi… Yanılıyor muyum? Yani kişi kendini tanımadan gözü kapalı kararlar veriyor ya da kendini tanımadan öğrendiği bilgilerle belki dünyaya kafa tutar hale geliyor. Sonra da bunun olmayacağını görünce de depresyonlar ya da intiharlar başlıyor…

İnsanın kendini tanıması 3 tür zekâ vasıtasıyla gerçekleşir, rasyonel, duygusal ve ruhsal zekâ. Rasyonel ve duygusal zekâ alanları batı sözde-değerleri ile parsellendiği ve batıda insanı yeterince tanımadığı için bizler dolaysız olarak onların cehaletini ithal ediyoruz. Bir Nietsche’yi, Schopenhauer’i, Camus’yü, Sartre’ı, Freud’u okuyarak mı insan anlaşılır, yoksa Hz.Mevlâna (ks), Yunus Emre (ks), Şihabuddin Suhreverdi (ks), İbn Arabî (ks) gibi bize ait velilerden mi?

Aradaki farkı da aktarabilir miyiz okuyucularımıza?

Aradaki fark o kadar devasadır ki, adı geçen filozoflar ve sözde “ruh” bilimciler karikatür gibi kalır. Bu nedenle USA da satılan manzum eserler arasında Hz. Mevlana’mızın Mesnevi-i Şerifi birinci sırayı alır. Ama bizdeki batı hayranlığı ile bu topraklarda üstünde oturduğumuz hazinenin farkına varmadan yaşarız, öyle olmayanları tenzih ederim.

Ruhsal zekâyı geliştirmek için ne yapmak lazım, bunun yöntemi nedir?

Ruhsal zekâyı geliştirmek için ise İslam’ı “dinamik bir şekilde yaşamak gerekir, yani kıldım beşi, yedim aşı gibi minimalist bir tutum içinde değil, Efendimiz (asv) ve Sahabenin hayatlarını örnek alarak. Hakiki İslam sürekli tekâmül gerektirir, “bir günü bir gününe uyan zarardadır”. Nafile ibadetler ve infak, isar hayat tarzı tatbik edildiğinde, kabı aldığınca insanda hikmet ve marifet uyanır. Hikmet kendi nefsini bilmekle başlar, “nefsini bilen ise Rabb’ini bilir”.

O zaman ilim kitaplardan değil, sadırlardan mı öğrenilir?

Bu manada ilim kendini bilmektir ama bu kendini bilmek, kitaplardan öğrenilmez, canıyla başıyla mücadele ve aksiyon gerektirir. Kaybetmek, olduğu yerde sayıklamak, insanın fıtri yapısına ters düşer. Bu nedenle tarihin hiçbir döneminde bu kadar nesneye sahip olunamadığı hâlde, insan gittikçe daha mutsuz hale gelir, anlamı ve aidiyeti yitirir. Çünkü sürekli nefesi içine çeken bir adam gibi çatlayacak kadar şişer (tüketim toplumu) fakat o nefesi veremez. Yani sürekli alan varoluş mertebesinde kalır veren varoluş mertebesine yükselemez. Dolayısıyla özellikle maddi refahın zirvesine yükselmiş batı ülkelerinde depresyon ve intihar oranları daha yüksektir.

HAYAL KURUN AMA…
Sizin 900 yüz katlı insan, kitabınızı okudum ve ardından da ZİNDAN ADASI adlı bir filmi izledim… Yine kitabınızda bahsettiğiniz bazı filmleri izledim… Sonuç olarak KİŞİ HAYAL DÜNYASINDA YAŞIYOR… Peki, insan nasıl hayal dünyasından çıkar veya çıkmalı…

Hayal kurmak, belirli bir oranda hayal âleminde yaşamak insan olmanın bir parçasıdır. Ama “rahmani” ve “zulmani” hayaller arasında bir fark yapmak gerekir. Hayal şehveti, hırsı, tamahı körükleyen bir renge de bürünebilir ama yine hayal eğer Rabb’imizin rızasını gözeterek kurulursa, insanlık için yaratıcı bir eyleme dönüşebilir. Son senelerde ülkemizde elhamdülillah yeniden canlanan fütüvvet ruhu bu tür hayalin çok canlı bir örneğidir. Ama birde Efendimiz (asv) ın buyurdukları gibi, hayalden daha kuvvetli olan, gözü açık rüya görme hali vardır. “İnsanlar rüyadadırlar, öldüklerinde uyanırlar”.

Kısaca tüm tasavvuf ekollerinde ortak anlayış olan ölmeden evvel ölmek mi işin sırrı?

İşte bu dünya rüyasından uyanmanın yolu, tedrici olarak “ölmeden evvel ölme” den geçer. Yani dünyaya yönelik heva ve hevesin tekâmül derecesine orantılı olarak sönmesi. İşte o zaman rüya biter ve gerçek “Hayy Âlemi” ne yaşarken kadem basarız. Allah yolunda ölenleri ölü sanmayın, onlar hayattadırlar ama siz onları göremezsiniz âyet-i celîlesi yalnız “şüheda” yı kastetmez (Bakara 154-157). Heva ve heveslerini köreltmiş, kendilerini Hakk yoluna adamış insanlar da bu kategoriye girer.

TASAVVUF TERBİYESİ RUHU ETKİLER

Tasavvufun hangi kolu olursa olsun, biliyoruz ki faydalı ama sanki TASAVVUF’a  giriş de bilerek mi korkutuluyor, ya da aaa aman zor bir okul diye daha kapısından geçmeden başka caddeye mi yönlendirme var sanki? Ne dersiniz?

Tasavvuf yolunda yürümeye çalışanlar için farklı mertebeler vardır, muhib, müntesip, derviş, hizmet dervişi iç içe geçmiş dairelerin üstünde seyirlerini gerçekleşmek isteyenleri temsil eder. Herkes “kabı aldığı ” oranlarda dairenin ortasındaki tevhid noktasına yaklaşır, bazıları biraz dış dairelerde kalır. Ama halis niyetlerle bu yola adım atmış, söz dinleyen herkes nasibini alır. Bir Mürşid-i Kâmilin sohbetlerine iştirak etmiş, ondan feyz almaya çalışan hiç kimse eli boş dönmez. Son senelerde yapılan tüm tahribata rağmen toplumumuzda hala hüküm süren bütün zarafet, edep, tevazu, hürmet, diğer gamlık ve muhabbet gibi haller tasavvuftan bize intikal etmiş latif güzelliklerdir. Bir büyüğümden duyduğum şu yaşanmış olay bu gerçeği ne güzel ifade eder. O Zât-ı Muhterem gençliğinde doğu vilayetlerimizden birisinde yemeğe davet edilir. Ortak bir kaptan yemek yenir, yemeğin sonuna doğru muhterem çoğu et parçasının dokunulmadan kalmış olduğunu görür. Kendisi yesin diye diğerleri suyundan almışlar ve etlere ilişmemişlerdir. Efendi Hazretleri gülümser ve “siz kimin dervişisiniz” der. Nitekim sonra ev sahiplerinin bir mübareğe intisaplı olduklarını öğrenir.

Yani, tasavvuf terbiyesi almış olan birisi ÖNCE İNSAN bakış açısıyla mı bakmaya başlar?

Tasavvuf terbiyesi almış birisi mümkün olduğunca yüksek sesle konuşmaz, insanlara tüm gövdesini çevirerek hitap eder, camiden çıktığında toz kalkar diye ayakkabılarını yüksekten yere atmaz, usulca kor. Namazda yanında bir yaşlı varsa ondan önce kıyama kalkmaz. Misafiri kapıya kadar uğurlar ve ayak sesleri kayboluncaya kadar kapıyı çarpmaz… Binlerce böyle latif davranışlar intisaplı olsun olmasın asırlar boyu topluma nüfuz etmiştir. Ve bütün bu güzellikler âlemlere rahmet olarak gelmiş Efendimiz (asv) in ahlak-ı hamidiyyeleridir. Cemaatler karıncaya benzetilirse, ehl-i tasavvufta arılara benzetilebilir. Tabiatın dengesi için ikisi de gereklidir, biri olmadan diğeri de olmaz. Herkes meşrebine göre bir yola girer. Ama hepsi İslam ağacının değişik dallarıdır. İslama karşı malum çevrelerce başlatılan genel “mücadele” çerçevesinde “dezenformasyon” yapılarak, toplum mühendislerinin yönlendirmesi ile önce cemaatler ve tarikatlar arası açılmak istenmekte ve sonra da kasıtlı olarak medya sahte, yalan haberler vasıtasıyla akılları bulandırmak istemektedir. Sahte şeyhler vs… hep bu strateji çerçevesinde yayınlanmaktadır. Okursak, tahkik edersek bu tuzaklardan inşaallah kurtuluruz.

İNSAN DEĞERLİDİR

Günümüz psikiyatri anlayışı hakkında çok kısa görüşlerinizi alabilir miyiz? Yani artık Freud’cu düşünce tarzından önce insan odaklı olmaya doğru gidiş var diyebilir miyiz?

Psikiyatrinin 2 temel insana yaklaşım tarzı vardır, birisi karşılıklı görüşme yani psikoterapi yoludur, ikincisi ise ilaç ve elektroşok gibi metotları kullanan biyolojik psikiyatridir. Birincisine dinamik, ikincisine ise statik psikiyatri denir. İnsanı karşısına alıp bir saat boyunca onu can-ı gönülden dinlemek, dertlerini paylaşmak, rüyalarını tabir etmek meşakkatli bir yoldur. Uzun süre bir eğitim gerektirir. Çağımızda statik psikiatri gittikçe daha ağır basmaktadır çünkü sağlık sigortaları psikoterapi masraflarını karşılamaya pek yanaşmak istemezler. İlaç vermek en fazla 15 dakikayı alırken, psikoterapi 4 misli daha fazla zaman gerektirir. Psikoterapi ekollerine gelince Freudyen yaklaşım gittikçe geri plana düşmekte ve varoluşçu, Jungien, davranışçı ve bilişsel/kognitiv  ekoller gittikçe daha yaygınlaşmaktadır. Bizim de dahil olduğumuz tanspersonel/ben ötesi psikolojisi ekolü, geleceğin psikolojisi olarak telakki edilmektedir. Bizler de insanı, İslam ve tasavvuftan feyz almaya çalışarak anlamaya çalışıyoruz. Bu amaçla Üsküdar’da 4 sene evvel “Türk Benötesi Psikiatrisi ve Psikoterapi Derneği” (benotesi.com) kuruldu.

İSLAMİ GERÇEK MANADA YAŞAMAK ÖNEMLİ

İnsanın içerisinde büyük bir âlem yatıyor ama bilmiyoruz, bunun sebebi dış etkiler mi? İnsan dış etkilerin olumsuz tesirinden nasıl kurtulmalı sizce?

İnsan nefsi İslam ve tasavvuf olmadan anlaşılamaz, ilim aslında “kendini bilmek” demektir, kendini bilen ise Rabb’ini bilir. Dış tesirlerden kurtulmak bu çağda olağanüstü zordur, internet, medya, reklamlar üstümüze sürekli sözde-bilgiler ve sözde-doğrular yansıtır ve bunlar uzun süre sürekli alınan bir zehir gibi, uzun vadede dengemizi bozar. Bu gidişatı yavaşlatacak en önemli “panzehir” İslamı gerçek manada yaşamaktır. Bu manada doğru yaşanan İslam, oğlu İslamla müşerref olduktan sonra Amerikalı babanın dediği gibi bir “hayat sigortası/life insurance” dır. Önceleri içki içen, kumar oynayan, önüne gelenle yatıp kalkan, hapise girip çıkan delikanlı hapishanede hidayete erdikten sonra evlenir, içkiyi, kumarı, fuhşiyatı bırakır. Mülakat yapan gazeteciye babanın cevabı aynen böyle olmuştur “a life insurance”.


Mustafa Merter kimdir?
• 1947 İstanbul doğumlu.
• Tıp fakültesini İsviçre’de okudu.
• Psikiyatri uzmanlık eğitimini Zürih Üniversitesi’nde tamamladı.
• 1987’de Türkiye’ye yerleşti.
• Bodrum’da yaşıyor.
• 10 yıldır benötesi psikoterapi alanında çalışıyor.
• 2005’te Üsküdar’da ‘Türkiye Benötesi Derneği’ni kurdu

Yorum yapın