İSTANBULLU’MUYUZ? YOKSA İSTANBUL’DA MI YAŞIYORUZ?

İ.Ü İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Betül Onay: ”İstanbullu denildiğinde Fatih’te yaşayan ve Etiler’de yaşayan İstanbulluların farklı olduğudur.”

 Röportaj: Fahri Sarrafoğlu/

İ.Ü İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Betül Onay ile “İstanbullu “ olmak üzere bir söyleşi yaptık. İstanbul’da nasıl yaşanmalı, İstanbulluyum demek o kadar kolay mı? İstanbul’da çekilen dizilerde neden İstanbul nezaketini göremiyoruz? İşte İstanbul’u bir akademisyen gözüyle masaya yatırdık.

Hocam, İstanbul’da yaşamak ile başka bir şehirde yaşamak arasında fark var diyebilir miyiz?

Çevrenin insan davranışları üzerine etkisi tartışılmaz. Örneğin aynı yerde yaşayan çocukların davranışları arasında farklılıklara nazaran farklı mekânlarda yaşayan çocukların davranışları arasındaki farklılık daha büyüktür. Buna aslında günlük hayatımızdan da örnek verebiliriz. Biriyle tanıştığımızda ilk sorduğumuz sorulardan biri nereli olduğudur. Sorunun cevabı karşımızdaki kişi hakkında fikir sahibi olmamıza yardımcı olur. Yani aynı kümeye ait bireyler arasında bir uyuşma söz konudur ve biz bu bilgimizden yola çıkarak nereli olduğunu sorarız.

“İstanbullu”, dediğimizde ne anlamamız gerekiyor? İstanbullu kimdir?

Kente sahip olmak mümkün değil ama kentli kenti şekillendiren bir aktör olarak, kente kök salar. Kentin kimliğini kentli oluştururken, bizimde kimliğimiz kentle birlikte şekillenir. Bir süre sonra kendimizi onunla birlikte tanımlarız. Tabii bu aslında farklı kentlerde yaşamanın farklı kimlik yapılarını beraberinde getireceğinin yanıtıdır. Konu İstanbul olduğunda sorunun cevabı biraz daha karmaşıklaşıyor. İstanbul dediğimizde tek bir büyükşehir etkisinden bahsetmek mümkün değil, ayrıca İstanbul’da yaşayanların içinde şekillendikleri bir alt şehircik söz konusu. Demek istediğim İstanbullu denildiğinde Fatih’te yaşayan ve Etiler’de yaşayan İstanbulluların farklı İstanbullular olduğu. İstanbul’un ritmi pek çok yerde aynı, bir yere yetişme kaygısı, trafikten nasıl dert yandığımız değişmiyor ama komşuluk ilişikleri, çocukların dışarıda nasıl zaman geçirdiği ve pek çok başlık ilçeler tarafından da şekilleniyor.

İSTANBUL’DA YAŞAN KENDİNİ İSTANBULLU HİSSETMİYOR

Peki, İstanbul’da yaşayan İstanbullu oluğunu hissediyor mu?

Sormak istediğiniz, İstanbul’un kadim belleğinin bize kattıklarıysa maalesef İstanbulluların büyük çoğunluğunun İstanbul’u o yönüyle gördüklerini ve İstanbul’dan o şekilde etkilendiğini düşünmüyorum.

Burada bir anti parantez gerekiyor ayrıca; iletişimin özellikle internet teknolojisiyle birlikte hızlanması bazı teorisyenlere göre mekânların önemini azaltmakta. Artık sosyal ilişkiler eskiden olduğundan daha fazla iletişim teknolojisi sayesinde oluşuyor. Bu sebeple mekânın etkisi azalıyor. Ben de bu görüşe maalesef katılıyorum. Sanal uzam içindeki mekansallaşmalar ve onların pratikleri çocukluk ve gençlik çağındakileri fiziksel mekandan daha fazla etkiliyor.

YÜZ YÜZE İLETİŞİME ÖNEM VERMELİYİZ

İstanbul sizce nasıl bir şehir, tarihinden itibaren bakarsak kozmopolit ama hem bir denge şehri olmuştur. İletişim konusunda sıkıntı yoktu. Şimdi ise sanki İstanbul’da özellikle günlük yaşamda İLETİŞİMSİZLİK sıkıntısı var diyebilir miyiz? Eskiden de İstanbul kalabalıktı, eskiden de yabancılar vardı ama İLETİŞİM vardı… Şimdi için ne söylenebilir?

Bu soruya iki yönlü bakmak gerekiyor. Öncelikle şehirden ayrı olarak, var oluğunu söylediğimiz ve aileden başlayarak tüm topluma yayılan bir iletişimsizliğin altını çizmek gerekiyor. Burada iletişimsizlikten kastım çeşitli sebeplerden insanların birbirini anlamaması değil, gerçekten konuşmamak, yüz yüze iletişimden uzak durmak. Öncelik insanların temelde birbirlerini en iyi anlayabildiği yüz yüze iletişimin eksikliğinden geçiyor. Anlamamak ya da yanlış anlaşılmalar, ortada sağlıklı bir iletişim varsa ikincil sorun olarak ortaya çıkıyor. Yüz yüze iletişimin yerine neyi koyduğumuza bakmamız gerekiyor öncelikle, yani demek istediği akşam arkadaşlarımızı ziyaret etmek yerine, komşumuzun kapısını canımız sıkıldığında çalmak yerine, aile oturup sohbet etmek yerine ne yapıyoruz. Bunların yerine ne yerleştirdik ve bunlara ihtiyacımız kalmadı.

İletişim teknolojilerinin gelişimiyle “iletişim” kurma şeklimizde değişiyor mu?

İletişim teknolojileri pek çok şeyin yeri doldurmaya aday olduğu gibi toplumsal ilişkilerimize de yeni bir boyut kazandırıyor. Ben karşılaştığımız hiçbir yeniliğin amansızca eleştirilmesinden yana değilim. Bir değişim yaşanıyor bu doğru ve bu değişim sevdiğimiz bazı şeylerin yerine seveceğimiz bazı şeyler getiriyor… Olumsuz yönlerini törpülemeye çalıp, olumlu yönlerini açığa çıkartmak burada çok önemli. Sadece görünür olmak ya da izlemek için olmamalı yeni iletişim araçlarıyla ilişkimiz. Sonuç olarak kentin içinde alıştığımız anlamdaki iletişim azalıyor ama başka türlü bizim alışık olmadığımız ama yeni neslin içinde doğduğu bir iletişim ortamı ortaya çıkıyor. Orayı da sağlıklı iletişimin kurulabildiği bir alana çevirmeliyiz.

YENİ MİMARİ İLE İLETİŞİM DE DEĞİŞİYOR

Yeni mimarinin getirdiği bir başka iletişimsizlik de var diyebilir miyiz?

Sorunun diğer yanıtı ise biraz daha kentin fiziksel yapısıyla bağlantılı cevaplanabilecek bir soru. Rasim Özdenören, Kent İlişkileri kitabında kent dışına yerleştirdiğimiz ve kendi içinde bir hayat barındıran siteleri kentlerin urları olarak nitelendiriyor. Kentin içinde ya da dışında oluşan bu yeni mimari yapılanma peşinden iletişimsizliği getiriyor. On beş katlı bir binada sadece asansörde karşılaştığınız ve adını bile bilmediğiniz komşunuzla ne kadar iletişim kurabilirsiniz? Yeni yapılanmaların hepsi “düzenli” ama iletişimden yoksun bir toplum yapısını destekler nitelikte. Kentin düzeni kentliler tarafından oluşturulurdu, komşunun hakkı gözetilerek bahçe duvarı inşa edilirdi. Şimdi tepeden inme kuralların yerleştirdiği düzen birbirinden ayrı ve iletişimsiz insanları beraberinde getiriyor.

Bunların hepsinin sonucunda konuşmuyorsak anlamamız da/anlaşmamız da imkansız.

İstanbullu İstanbul’a saygı duyuyor mu ve sahipleniyor mu?

İstanbul’da yaşayanlara nereli oldukları sorulduğunda çok farklı cevaplar alırsınız. Kimi kendi geldiği memleketini paylaşır sizinle, kimi dedesinin memleketini İstanbul’dan önce söyler. Bunun sonucunda kendini kente ait hissetmeyen bir kentliler grubuyla karşılaşırsınız. İnsanların geldiği şehri söylemesinden daha doğal bir durum yok. Bu noktada kimseyi eleştirmiyorum. Ama bu İstanbul’u sahiplenmemek anlamına geldiğinde, bunun insanların içinde yaşadıkları ve çocuklarını yetiştirdikleri şehre saygısızlık olduğunu düşünüyorum. İstanbulluların hem kentle hem de kentlilerle yaşamındaki en büyük sıkıntılardan biri kentin parçası olarak kendilerini görmemeleri bence.

İstanbullu olmak, İstanbullu yaşam nasıl olmalı konusunda sanırım iş yerel yönetimlere de iş düşüyor biraz?

Diğer bir sorun ise kentlileşme, kentte yaşamanın bir pratiği var. Bunu özümsemek biraz zaman alabiliyor ve bu süreç içinde sıkıntıları barındırabiliyor. İbn Haldun’ göre kentleşme eski yaşam tarzlarının yeni yaşam tarzlarıyla değişimi. İbn Haldun her ne kadar kentlileşmeyi karamsar bir tabloyla anlatsa da (ki bu konu uzun bir tartışma başlığıdır) yaşam tarzlarının değişimi noktasındaki düşüncelerinin altını çizmek gerekiyor. İstanbul’da yaşamak farklı bir pratik ve İstanbul’a yeni gelen insanlar bazen bu pratikleri özümsemekte sıkıntı yaşayabiliyor. Bu noktada da yine yerel idarelere değişimin desteklenmesi noktasında çok iş düşüyor.

İSTANBULU ANLAMALIYIZ

Nasıl ki medya okuryazarlığı dersi varsa nasıl ki okullarda din dersi varsa, acaba bir İLETİŞİM dersi mi konulsa okullara ve son olarak İSTANBUL’DA YAŞAMA SANATI diye bir bakış acısı sizce çok mu lüks… Yani gerçekten İstanbul’da yaşamak bir ayrıcalık ve bir edep, bir nezaket ve zarafet ister diyebilir miyiz?

İstanbul daha önce de ifade ettiğim gibi kadim geleneği ve belleği içinde barındıran bir şehir. Her köşesinde yeni bir hikâyeyle karşılıyor bizi. Bu sebeple dünyada eşine çok az rastlanır bir şehirde yaşadığımızı söyleyebiliriz. İstanbul’da yaşamak yerine İstanbul’u anlamak bana daha yakın geliyor. Saygı duymak, sevmek için önce tanımalı ve anlamalısınız. İstanbul’u tanımayı arzu eden insanlar için bu oldukça kolay. İstanbul’u anlatan özellikle belediyeler tarafından yayınlanan eserler, yerinde gidip görme olanağı mevcut. Ama bazen hazineyi merak etmesi için içinden birkaç inciyi göstermek paylaşmak gerekebilir J Teşvik etmek adına. İstanbul’daki okullara özel, İstanbul’u anlamayı hedef alan hikâye, fotoğraf yarışmaları yapılabilir. Yine İstanbul’daki okullara özel sene içerisinde yapılacak gezi programları etkili olabilir. Benim çok sevdiğim bir diğer uygulama belediyelerin belirli zamanlarda ücretsiz olarak İstanbul gezileri düzenlemeleri, bunların sayıları da arttırılabilir. Bunlar en azından hazineyi merak etmeyi sağlayacaktır. İstanbul’u tanıdıkça, İstanbul’u içinde barındıran her bir hikâyeye sizde kök salarsınız. Kimse kendi hikâyesine, kendi kimliğine zarar vermek istemez.

TV DİZİLERİ NEZAKETİ ÖN PLANA ÇIKARMALI

Günümüz TV dizilerine baktığımız zaman, TV dizilerinde ŞEHİR YAŞAMI ADABI DEĞİL TAM TERSİ KABA/ NEZAKETTEN UZAK BİR SENARYA YAZILDIĞINI GÖRÜYORUZ. ŞEHİR YAŞAMI NASIL OLMALI, ŞEHİR YAŞAMININ İNCELİKLERİ DEĞİL KAMERA NEREDE NE KADAR KABA YAŞAM BİÇİMİ VAR ONU ÇEKİYOR.

Televizyon kanallarının sayısı arttıkça, programlar çeşitleniyor ve kaliteli yapımların yanında hoşnut olmadığımız yapımlar da ortaya çıkıyor. Sizin bahsettikleriniz ikinci grup programların arasında yer alıyor. Genellikle bu yapımlar ya popüler olanın arkasından gidiyor ya da popüler olanı üretmeye çalışıyor. Burada popülerden kastım hızlı üretilen ve tüketilen. Maalesef bu süreçten “incelik” çok kolay çıkmıyor. Sadece kent yaşamı değil birçok toplumsal olay yansıtılırken üzerinde çok fazla düşünülmüyor. Dediğim gibi kaliteli yapımları tenzih ederek konuşuyorum. Asıl üzücü olan izlediklerimizin başta hoşumuza gitmeyen davranışları meşrulaştırıcı nitelikte olması. İzliyoruz, alışıyoruz ve uyguluyoruz.

Son olarak şehir yaşamının incelikleri nelerdir?

Şehir yaşamının incelikleri dediğimizde sanırım biraz eskiye dönüp bakmak gerekiyor. Anadolu’da sürdürülen ama büyükşehirlerde kaybettiğimiz, bir evde vefat olduğunda onun evine en az bir hafta yemek götürülmesi, komşularının onun üzüntüsüne ortak olduğunu göstermek için yüksek sesle eğlenmemeleri… Kaybettiğimiz adabı muaşeretten sadece bir tanesi. İlk başta ihtiyaç duyduğumuz saygı üzerine kurulmuş toplumsal ilişkiler. Dili, dini, ırkı ne olursa olsun insanların saygı gösterdikleri bir ilişki.

Bu örnekleri arttırmak, Osmanlı kent yaşamına bakıp gıpta etmek mümkündür. Ama herkes kendi kapısının önünü temizlemeli öncelikle, apartmanımızda bir yaşlı varsa kapısını çalıp, ihtiyacı olup olmadığını sorarak işe başlayabiliriz.

 

Yorum yapın