Fakir Baykurt toplumcu ise…

Fakir Baykurt toplumcu ise…
Hakkı Özdemir: ‘Şahsî beğeniyle eleştiri birbirine karıştırılıyor.’
28 Temmuz 2010 Çarşamba 08:00

Genç eleştirmenlerden Hakkı Özdemir ile Türkiye’de eleştiriyi ve eleştiri kültürünü konuştuk.

Sizi kısaca kendi dilinizden, kendi kaleminizden tanıyabilir miyiz?

Ben Hakkı Özdemir. 1973 Giresun doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve lise son sınıfı Giresun’da muhtelif okullarda, lisenin bir kısmını da Trabzon’da okudum. İlkokul dışında hiçbir okulu zamanında bitiremedim. Bazen bir, bazen iki yıl gecikmeli mezuniyetler oldu. İstikrarsız bir öğrenciydim. Ya sınıf tekrarı yapardım ya da belgeyle geçerdim. Lise yıllarında edebiyatı farkedip sevdim. Üniversite sınavına da bu maksatla girdim, edebiyat tahsil etmek için; yoksa kendimde liseyi bitirmek gayretini bulamazdım. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü 1997’de bitirdim. İstanbul’da bir devlet lisesinde edebiyat öğretmenliği yapıyorum.Hakkı Özdemir

Türkiye’de eleştirmen deyince ne anlaşılıyor sizce? Genelde kimse eleştirilmek istemez ama eleştiri olmasa iyi ve daha iyiyi nasıl anlayacağız? Peki, bu konuda eleştirmenler gerçekten tarafsız olabiliyorlar mı? Yani objektif şekilde eleştiri yapabiliyorlar mı sizce?

Şu malumdur ki Türkiye’de eleştiri batıdaki gibi gelişmiş bir saha değildir. Tanzimat sonrası Türk edebiyatında da en zayıf halkayı eleştiri oluşturur; üstelik eleştiriyle birlikte gelişen roman, hikâye, tiyatro ya da gazete yazıları gibi nevilerin Türk edebiyatına bu dönemde dâhil olmasına rağmen. Cumhuriyet sonrasında da edebî eleştirinin aslında fazla geliştiğini söyleyemeyiz. Mesela roman eleştirisi denince akla gelen ilk isim Fethi Naci’dir hâlâ. Bir de Berna Moran’ın meşhur çalışması vardır. Fethi Naci, yazı hayatını roman eleştirisine vakfetmesiyle, belki de Türk romanının tek eleştirmenidir. Halbuki onlarca benzer ismin bulunması gerekirdi. Diğer türlerde de eleştiri yok denecek düzeydedir. Tiyatroda, şiirde, sinemada da aynı durum geçerlidir. Olan şudur ki çoğunlukla şahsî beğeniyle eleştiri birbirine karıştırılır, ideolojik anlayışlarla eser değerlendirilir yahut eleştiriyi de yine müellifin kendi yapmak zorunda kalır. Dolayısıyla eleştirinin istenmemesinin nedeni aslında gerçek bir eleştirinin olmamasıyla ilgilidir. Eleştiri saygınlığını oluşturabilseydi, eleştirilmenin, hatta çok sert şekilde eleştirilmenin bile eleştirilen tarafından müspet kabulü gerçekleşirdi.

Fethi NaciGenel olarak Türkiye’ye baktığımız zaman sizce roman ve hikâye türlerinde yazarlarımız kendilerini aştılar mı? Yani taklit edilmeden roman ve hikâye yazılabiliyor mu?

Tanzimat sonrası veya romandan sonraki Türk edebiyatında taklidin iki ciheti vardır. Biri eserin içinde kullanılan, diğeri de eserin kaynağından gelen taklit. Yani biri romanın hayata tutulan ayna olması, diğeri batılı hayatın ve onun sergilendiği edebî türlerin batılılaşmacı Türk edebiyatı tarafından model alınması anlamına gelen taklit. Yirminci yüzyıldan itibaren roman, özellikle anti-roman, ikinci harp sonrası yeni-roman ve benzer temayüllerle, son olarak da post-modern roman anlayışıyla taklidin ilk vasfını bir amaç olmaktan çıkarmıştır ya da daha iyimser bir değerlendirmede bulunursak, bu amacı dolaylı hale getirmiştir. 

Hemen araya girerek bir soru daha soralım yukarıya ilave olarak; Türk romanı kendi yolunu buldu mu?

Bazı yazarların yazdıklarıyla sınırlı bir on dokuzuncu yüzyıl romanına benzer roman anlayışından, yani taklidin ilk kısmının hâlâ muhafaza edildiği bir romandan bahsedebiliriz. Burada da ekseriya yazarın dünya görüşü önemlidir. İkinci taklide gelirsek; onun teorik yanı çok dallı budaklıdır. Ancak şu kadarını söyleyeyim; roman sadece fizikî bir form değilse -ki değildir ve fakat bu aynı zamanda roman yazarına bağlıdır-, Türk romanı diyebileceğimiz ve sadece form olarak batı romanına benzeyen ya da başka bir deyişle form olarak benzemek dışında batı romanına benzemeyen bir Türk romanı mümkündür. Örnekleri de yazılmıştır. Fakat Türk romanı için bu, kendini aşmak değil, kendini bulmak olarak ifade edilebilir.

Şu anda bir Ömer Seyfettin’in olmaması veya bir Kemalettin Tuğcu’nun olmaması ya da Peyami Safa gibi bir romancının olmaması eksiklik mi? Yeni yazarlarımız toplumla sizce ne kadar iç içe ya da toplumu ne kadar tanıyorlar?

Yeni yazarların, toplumu, Servet-i Fünûn yazarlarından, Halit Ziya’dan, Mehmet Rauf’tan, hatta milli edebiyatçı Yakup Kadri’den ve Halide Edip’ten bile daha iyi tanıdıklarına eminim. Toplumculuğun köy romanı olarak algılandığı bir otuz yıldan sonra toplumcu görünmemenin maharet sanılmasının kabahatini romandan başka yerlerde aramak gerekir. Tarık Buğra’nın değil de Fakir Baykurt’un toplumcu olarak algılandığı veya vaaz edildiği bir memlekette toplumculuğun tanımının tersten okunduğunu kabullenmeliyiz. Toplumculuk, Küçük Emrah ya da Ferdi Tayfur arabeski gibi salya sümük bir cıvıklığa bulanmıştır. Evvela bunun temizlenmesi gerekir. Sonra da mesela Ömer Seyfettin’in çocuk edebiyatı yazarı olmadığını öğretmeye ilkokuldan başlamalıyız. Peyami Safa’yı tezcilikle itham edenlere tezin ne olduğunu ve roman için ne anlam ifade ettiğini öğretmeliyiz ve daha başka birçok şey… Yapacak iş çok.

Romanlarda sizce yazarın mı yoksa toplumun mu sıkıntıları, düşünceleri ön plana çıkıyor? Yani günümüzde yazarlarımız toplumun aynası olabiliyorlar mı?

Daha önce dediğim gibi artık yazarın doğrudan toplumun aynası olmak gibi bir endişesi yok. Fakat bunun, Türk edebiyatı içinde Türk modernleşmesine özgü farklı siyasî ve sosyal nedenleri var.

Genç yazarlarımıza, kısaca, kulağa küpe olacak neler söyleyebiliriz?

Önce okumalarını, bol bol okumalarını, okuduklarına kafa yormalarını ve “yeni” gibi, “orijinal” gibi ucubeliklere prim vermemelerini…

‘Hemen aklınıza gelecek ve gençlerin mutlaka okumaları gereken kitaplar’ desek neleri tavsiye edersiniz? Roman veya hikâye…

Edebî tür ve kitap ayrımı yapmadan Yahya Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Ahmet Haşim’i, Kemal Tahir’i, Peyami Safa’yı, Tarık Buğra’yı, Haldun Taner’i, Mustafa Kutlu’yu tavsiye ederim.Hakkı Özdemir

Yazar okulları var ama sizce yazarlık okulda öğrenilebilir mi ya da tamamen gönül işi, ruh işi mi diyelim? Yazarlık okullarına katılmak isteyen gençlerimize neler söyleyebiliriz?

Ben yazarlık okulu diye bir yere ne gittim ne de öyle bir yeri gördüm. O nedenle söyleyebileceğim şudur; eğer yazarlık okulu arayan varsa evine gitsin, çalışma masasına otursun, okusun.

Roman ve hikâye okuru sayısı kitap satışlarından rahatlıkla öğrenilebilir. Sizce bunu artırmak için neler yapabiliriz?

Ben bu konuda karamsarım. Mevcut şartlar altında bir şey yapılabileceğini de sanmıyorum. Yazarların, şairlerin bile okumadığı bir dönemdeyiz. Eğer 150 yıldır devam eden bir saplantıyı bertaraf edebilirsek belki olumlu bir değişim yaşanır. Ama bu söyleyeceklerim Türkiye şartlarında ütopiktir. Tababete ya da mühendisliğe verilen önem kadar kitaba, okumaya, yazmaya, düşünmeye önem verilen okullardan mürekkep bir eğitim seferberliği… Fen liselerinin pabucunu dama atacak sosyal bilimler liseleri… Tembelin değil de çalışkanın sevk edildiği sosyal sınıfların olduğu liseler… Bu bilince sahip öğretmenler, öğrenciler, ebeveynler… Tarihçiye, sosyologa, felsefeciye değer veren bir ülke olursak, okuyan ve düşünen insan sayısı artar.

Fahri Sarrafoğlu sordu

Yorum yapın