‘Kırmızı çizgiler Abdülhamit döneminde çizildi’

 

Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin II. Abdulhamit döneminde oluştuğunu söyledi.

Röpörtaj: Fahri Sarrafoğlu  

 

Prof. Dr. Zekeriya Kurşun ile Osmanlı tarihi ve özellikle İstanbul üzerine söyleşi yaptık. Kurşun,  II. Abdulhamit’ten Osmanlı-Arap ilişkilerine kadar birçok farklı konuda önemli açıklamalarda bulundu.

 

II. Abdülhamit’in dış politika üslubu hakkında kısa bilgi alabilir miyiz? Neydi kırmızı çizgileri?

II. Adülhamid’in saltanat yılları hem o günkü dünya ve hem de Osmanlı Devleti için tarihin gördüğü en sıkıntılı yıllardır. Avrupa devletleri arasında bir dizi rekabetler yaşanmakta, sürekli ittifaklar ve bloklar yapılmakta veya bozulmaktaydı. Başka bir deyişle diplomaside taraflar ve muhataplar sürekli değişmekteydi. Geniş Osmanlı toprakları ise yayılmacı güçlerin iştahını kabartmaktaydı Özellikle saltanat yıllarının başında yaşanan 1877–78 Osmanlı Rus savaşı ve ardından 1878 Berlin Anlaşması II. Abdülhamid’e büyük bir ders vermiştir.

giris-1100x480

Mümkün olduğunca savaştan uzak durmak ve daima barışı yeğlemek. Bu prensibi hayata geçirebilmek için de diplomasiyı azami ölçüde kullanmak. Hâlbuki Osmanlı devlet ricali diplomasi konusunda yeterli değillerdi. Bu yüzden iş çoğu kere II. Abdülhamid’in  zekasına ve dirayetine kalmaktaydı. Berlin anlaşmasından itibaren 30 yıl boyunca takip ettiği bu diplomasinin (her zaman başarılı olmasa da) bütün detayları ile günümüzdeki diplomat adaylarına mutlaka bir ders olarak okutulması gerektiğini söylüyorum. Zira hala etkisi devam eden o dönemden alınacak çok dersler var…

Türkiye’nin kırmızı çizgileri o dönemde mi çizildi?

Evet, Türkiye’nin kırmızı çizgileri de büyük ölçüde o tarihlerde çizildi. Avrupa ile kurulabilecek ilişkiler ve mesafesi, Türk Yunan ilişkileri, Ermeni meselesi vs. hep o gün ki diplomasinin temel konuları idi. Bilinçli olmasa da bir refleks olarak nispeten hala o çizgilerin kullanıldığını söylemek mümkün.

Gemilerin karadan yürümesi

Sizce İstanbul’un fethi gerektiği gibi anlatılıyor mu? Abartmalar yok mu? Bu abartmaları bile bile yeni nesillere aktarmamız ne derece doğru… Mesela gemilerin karadan bir gecede yürütülmesi konusunda bazı detaylar kapatılıyor diyebilir miyiz?

Türk tarihinin hiçbir döneminin topluma yeterli ve doğru biçimde anlatılabildiğini düşünmüyorum. Elbette ilgili bölümlerde ve tarihçiler arasında dolaşan bilgi bu durumdan müstesnadır. Ancak genel olarak Tarih veya en azından popüler tarih ya hoşça zaman geçirmek veya çokça duyduğumuz bazı konularda fikir sahibi olmak için anlatılıyor. Bu durumda, spekülasyaonlar yapılabiliyor, abartılı veya eksik anlatımlar olabiliyor. Doğal olarak, İstanbul’un fethi konusu da bundan nasibini alıyor. Ancak bu fethin genel olarak İslam Dünyası özel olarak da Türkler için sembolik anlamı var. Bu yüzden amatör veya popüler tarihçilerin abartılı anlatımlarını da makul kabul etmek lazımdır. Fakat aynı anlatım akademik tarihin içinde yer alırsa sorun olur.gemiler2

Ki bana göre bu gün böyle bir eğilim de var. Fatih’in iyi bir tarih okuyucusu olduğunu biliyoruz. Gemilerin karadan yürütüldüğü  gerçekten biliyor muydu bunu bilemiyoruz. Ancak bu durum tarihte ilk değildir. Ancak bunun ilk olmaması onun yaptığını da basitleştirmez. Zaten İstanbul’un fethi ile ilgili fazla kaynak yok. Anlatımların çoğu daha sonra kaleme alınan kaynaklardan  nakledilmektedir. Fakat en azından batılı kaynakların İstanbul’un fethini” dünyanın son günü” olarak nitelemeleri karşısında, yerli kaynakların da abartılı anlatımlarına tahammül edilmesi gerekir.

ABD, Osmanlı’yı çok iyi anladığını ve araştırdığını ama yeni Türkiye Cumhuriyetinin belki çok sonraları Osmanlıyı daha yeni yeni anladığını söyleyebilir miyiz? Yani Osmanlı imparatorluğunu ne kadar anlayabiliyoruz?

ABD’de Osmanlı tarihi ile ilgili önemli araştırmaların yapıldığı muhakkak. Ama Osmanlıyı çok iyi anladıklarını söylemek fazla iddialı olur. Bu da bir spekülasyon olsa gerek. Türkiye Cumhuriyet’inin Osmanlıyı anlamakta geç kaldığını söylemek de çok doğru bir tanım değildir. Bu durum, anlamamaktan değil, daha ziyade Osmanlı sonrası yapılan bir tercihtir.. Zira ilk BMM’de Osmanlının yegâne varisinin Osmanlı olduğu kararı alınmasına rağmen, “batılılaşma” ekseninde bir “ulus devlet” yaratma gayreti Osmanlıyı anlamaya sed çekmiştir denilebilir. Fakat dünya şartlarının değişmesi, Türkiye’nin bütün sorunlarına tarihten cevap arama yerine, kendi kendine de cevaplar üretebileceği düşüncesinin gelişmesi, Osmanlı tarihine daha bağımsız bakmayı mümkün kılmıştır. Zaten Türkiye’de son yirmi yılda yapılan araştırmalar da bunu ispatlamıştır. Şu anda sorulması gereken temel soru, Osmanlı Devletini, tarihi, siyasi idari vs. yönden anlamak mı, yoksa “bir uygarlık olarak” anlamak mı gerekir sorusudur. Belki araştırmaların nitelik ve nicelik bakımından gelişmesi ve çoğalması akabinde meselenin uygarlık boyutu ile daha yakından ilgilenebileceğiz.

İstanbul’un farkında olan İstanbullular yok

Sizce İstanbullu İstanbul’un farkında mı? Yani İstanbul’u biraz hoyratça mı harcıyoruz ya da miras yedi gibiyiz diyebilir miyiz? Bu konuda yerel yönetimler ne yapmalı?

Maalesef İstanbul’un farkında olan İstanbullular yok. Aslında daha önce söylediğim  Osmanlı uygarlığının özeti idi İstanbul. Geçmişte İstanbullular bu uygarlığı geliştirme   arayışı sürdürürken; İstanbul’a gelenler de daha çok bu medeniyetten istifade etmek için  gelmekte idiler. Her ne oldu ise bu durum değişti ve İstanbul artık sömürülen ve kendinden azami istifade edildikten sonra terk edilen bir “meta” halin dönüştü. Bu durumu mirasyedi kelimesi bile ifade etmekte yetersiz kalır.

Yerel yönetimler sonuçta,  İstanbul’da yaşayanların tercihi ile oluşmaktadır. Bu yüzden öncelikle tercih sahiplerinin yaşadıkları kent konusunda bilinçlenmeleri gerekir ki iyi yerel yönetimler oluşabilsin. Ancak bu arada duyarlı yerel yöneticilere de haksızlık etmememiz gerekiyor. Fakat üzülerek belirtmek gerekir ki, İstanbul’daki çoğu gelişmeler “tarihi İstanbul”un hesabına oluyor. Bir ara İBB “İstanbul Okulu” adı altında İstanbullulara kentlerini anlatan düzenli seminerler düzenledi. Bu çok önemli bir faaliyet idi ve mutlaka geliştirilerek tekrarlanması gerekir. Tabii ki İstanbul’un tarihi ve doğal dokusunu korumak başta yerel idarecilere düşmektedir. Yapacakları çok şey  var ama öncelikle İstanbul için gönüllü “tarihi İstanbul’u sürekli gözetleme” ekipleri  kurulmalıdır. Detayları sorulursa elbette bizler de üzerimize düşeni yaparız.

Araplar arkandan vurdu gerçeği

Bugün bize öğretilen bir tarih ise “Araplar bizi arkadan vurdu”…Arapları genelleyerek bir açıklama yapılıyor..Bu konuda maalesef tarihçilerimiz de fazla açıklama yapılmıyor…Bu konuda kısaca neler denebilir..İşin gerçeği nedir?

Tarih farklı amaçlar için kullanıldığında çok tehlikeli olur. Nitekim bu yargılar da yıllarca Türkler ile Arapları birbirinden uzaklaştırmıştır. Evet, bu iddiaların çıkış noktasında bazı gerçekler var ama onlar bu yargıyı doğuracak boyutta değildir. I. Dünya savaşında İngilizlerin aldatması ile isyan eden Şerif Hüseyin’in isyanı veya söylendiği gibi “Osmanlıyı arkadan vurması” bütün Araplara teşmil edilmemelidir. Aynı sıralarda, Osmanlının yanında yer alan, Suriye, Irak, Yemen vs. Araplarının sayısı Şerif Hüseyin’in isyancılarından kat kat fazladır. Hatta arşivler iyi gözden geçirildiğinde, savaşta gösterdikleri yararlılıktan dolayı ödüllendirilen Arapların sayısının bile isyancılardan belki daha fazla olduğu görülecektir. I. Dünya savaşında yenilenlerin safında olan Türklerin -az sayıda da  olsa- isyancılara makul bakmalar da beklenemezdi. Bu durum maalesef kimi bazı sosyal bilimciler ve siyasetçiler tarafından istismar edilmiş ve bir siyasi malzeme olarak kullanılmıştır. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyetinin oluşma aşamasında meydana gelen isyanlara katılanların sayısı bile söz konusu Arap isyancılardan fazladır denilebilir. Belgesel tarihçiliğin bu yargıları yıkacağı kanaatindeyim. Buna rağmen Türk Arap yakınlaşmasından rahatsız olanlar tarafından bu sübjektif söylemler sürdürülecektir. Tabii ki tarih adına değil, daha ziyade başka kavgaları sürdürmek adına.

Osmanlı Endülüs’ü unutmadı

Tarih dergisi adıyla çok güzel ve farklı bir program yapıyorsunuz TRT’de burada çok ilginç konulara değiniyorsunuz? Bunlardan biri de Endülüs’te kalan Müslümanlara ne oldu başlığı… Sizce Endülüs’ten tamamen ayrıldık mı? Nerede o Müslümanlar…

Endülüs’te veya bu günkü İspanya’da hala Müslümanların izleri görülmektedir. En azından hala ayakta duran ve İspanya turizmini canlı tutan pek çok eser de bulunmaktadır. Endülüs’ten Müslümanların temizlendiğini söylemek bir iddia değildir. Hatta bu temizliğin İstanbul’un Müslümanların eline geçmesinin bir karşılığı olarak gerçekleştiğini bile söylemek mümkündür. Ancak gizli olarak eski dinlerinde yanı Müslümanlıkta kalan Moriskoslardan ne kadarının halen İspanya’da var olduğunu söylemek zordur. Kişisel bir bilgi olarak şunu söyleyebilirim: Ben birkaç yıl önce onlardan bir gurup ile karşılaştım. Atalarının heyecanına sahip olmasalar bile bir soykırıma tabii olduklarının bilincinde idiler.

Yahudileri anlatırken hep Osmanlı’nın kucak açtığı söylenir… Hep kafama takılan soru var. Biz oradan sadece Yahudileri mi getirdik, Müslümanlar gelmedi mi ya da biz Endülüs için bir şey yapamadık mı?

Bu konu hep tartışılır. O gün ki imkânları ile Osmanlı Sultanları Kuzey Afrika’da     özellikle Fas Sultanları ile işbirliği yaparak İspanya’dan kaçan Müslümanların karşı kıyıya ulaşmalarını sağlamak için yardımlar yapmıştır. Bu gün ki Fas’ın Tanca şehri oradan gelen Müslümanların torunlarından oluşmaktadır. Aynı şekilde Cezayir tarafında Vehran (Oran) a kaçan Müslümanlar da Osmanlı tarafından himaye edilmişlerdir. Hatta İspanyollar onları takip ederek bu bölgeyi işgal etmişlerdir. Osmanlı Devleti asırlarca bir fırsat kollayarak Vehran’ı İspanyol işgalinden kurtarma fırsatı kollamıştır. Endülüslü Müslümanların sığındıkları Vehran, İspanyollar ile Cezayir’deki Osmanlı temsilcileri olan Dayılar arasında birkaç kere el değiştirdikten sonra nihayet 1790 da  bir Osmanlı şehri olmuştur. Tarihlerimizin kaydetmediği bu  olay aslında Osmanlı’nın son fethidir denilebilir. Başka bir ifade ile Endülüs Müslümanlarına yapılan en son yardım da Osmanlılar tarafından yapılmıştır.

Tarih asparagasları var

Eskiden basında meşhur birkaç tarihçi varken bugün artık hemen hemen her gazetede, TV’de tarih programları yapılıyor… Artık tarihe doğru bir dönüş var diyebilir miyiz? Yoksa burada da tarihin magazin boyutu mu dile getiriliyor?

Tarihe karşı bir ilginin uyandığı muhakkak. Ancak medyanın çeşitlenmesi de buna     katkı sağlamıştır. Fakat maalesef, çoğu kere tartışılan veya gündeme getirilen     konular “tarih asparagası” olmaktan öteye geçmemektedir. Buna rağmen olumlu bir     gelişme olarak değerlendirilebilir. Zira bir zaman sonra daha ciddi konuların da     gündeme gelmesi muhtemeldir.Kaldı ki TRT Haber’de yaptığımız ve 25. Bölüme ulaşan   “Tarih Dergisi” de bu ilginin bir ürünüdür.

İstanbul’da restorasyon çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Büyük gökdelenler arasında tarihi çeşmelerin ortaya çıkarılması geçte olsa güzel ama biraz geç kalmadık mı?

Bir tarihçi olarak tarihten günümüze ulaşan en küçük nesnenin bile kurtarılması beni ve tarihçileri sevindirir. Ancak bu faaliyetin bir bilinç haline dönüşmesi gerekir. Büyük ölçüde tarihi dokusu zedelenmiş bir kent için çok daha büyük projeler hayata geçirmek gerekiyor. Birkaç çeşme bu işi kurtarmaz. Ama bu arada özellikle son yıllarda Vakıf Eserlerinin restorasyonunda alınan mesafeler de gerçekten ümit verici boyuttadır. Ayrıca 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul kapsamında Topkapı Sarayı ve Ayasofya’da yapılan çalışmalar da çok önemli.

Not:  Yaptığımız söyleşi (www.dunyabulteni.net) sitesinde yayınlanmıştı. 2012 

Yorum yapın