Tarihçi İsmail Çolak : “Osmanlı’dan Utanmayın ! “

“Bizler hazine sandığının üzerine oturan dilenci gibiyiz” diyen tarihçi İsmail Çolak ile Osmanlı, İstanbul ve Medeniyetimiz üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik..

Röportaj: Fahri Sarrafoğlu 

GENÇLERİ KURU TARİHTEN KURTARMALIYIZ 

Okullarda tarihimizi adeta sevdirmemek için gerekli kolaylıklar gösteriliyor; sizce gençlerimize tarihimizi nasıl sevdirebiliriz?

 Çok haklısınız. Gençleri de çok fazla suçlayamayız. Çünkü özellikle de devlet okullarındaki dersler ve kitaplar resmi anlatımın, ideolojinin ve müfredatın dışına çıkamıyor. Dolayısıyla tarih adına anlatılanlar da genellikle kuru malumat ve bilgi aktarımı seviyesinde kalıyor. Bolca kronolojik bilgi, zincirleme olay ve bir sürü antlaşma boca ediliyor çocukların zihnine. Son derece yavan, ruhsuz, resmi, sıkıcı ve itici bir anlatım ve malumatlar yığını. Bu sistem, müfredat ve metotla milyonlarca bilgi hamalı, ezberci ve papağan genç yetişiyor maalesef.

12672

· Bir defa ders kitapları kuru, ruhsuz, renksiz, sıkıcı ve itici anlatımdan kurtarılmalı. İdeoloji aşılayan, propaganda yapan ve bilgi pompalayan havadan ve muhtevadan uzaklaştırılmalı.
· Tarih dersleri resmi ideolojiye ve zihniyete göre insan üretme ve yetiştirme atölyesi olmaktan çıkarılmalı.
· Resmi görüşün öngördüğü çerçevede yetişmiş tek tip; ruhu, kimliği, kişiliği ve bilinci ipotek altına alınmış, iradesine gem vurulmuş bir ideolojik-mekanik insan tipi değil milli, manevi, tarihi, kültürel değerlerle ve kimlikle kuşanmış sağlıklı bir ruh, şuur ve karakter abidesi kâmil insan tipi yetiştirmeli.
· Tarih dersi ona belli ideolojileri ve görüşleri enjekte eden değil iman, azim, gaye, ümit, moral, his, maneviyat ve şevkini takviye edip besleyen, kamçılayan bir fonksiyon eda etmeli.
· Bence bu resmi anlayış, zihniyet, programın değişmesi en temel sıkıntıdır, diğerleri bundan sonra gelir. Burada sıralayabileceğimiz bir dizi alternatif tedbirler ve önlemler paketi, kanaatimce pansuman niteliğindeki palyatif düzenlemeler olarak kalır. Şu halde bu esas mesele aşılmadan ve halledilmeden ideal anlamda bir tarih dersi, tarih bilgisi, şuuru ve mantığından söz etmek, tarihi sevmek ve sevdirmek mümkün değil.

Genel tarihten İstanbul’a gelelim isterseniz? İstanbul’un bilinmeyen birçok güzellikleri var. Bu güzellikleri başta İstanbul halkının bilmesi, görmesi gerekiyor ama adeta suyun içindeki balık misali farkında değiliz? Ne yapılmalı sizce de İstanbul’a sahip çıkalım?

HAZİNE SANDIĞININ ÜZERİNE OTURAN DİLENCİ GİBİYİZ

İtalyan Şarkiyatçı Anna Masala’nın çok hoşuma giden ibret yüklü müthiş bir tespiti var; sizin bu haklı değerlendirmenizi destekleyen. Şöyle diyor Mesela : “Siz Türkler, hazine sandığının üzerinde oturup dilenen dilenciye benziyorsunuz!” Darbı mesel olmuş Hayali’ye ait bir güzel, ama ibret verici söz daha var, tam bu fecaatle örtüşen: “Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler.”
12679
Yani denizin içinde yaşayan balıkların nasıl denizi bilmeden ve hissetmeden yaşaması mümkün değilse İstanbul gibi bir tarih, medeniyet ve kültür şehrinde yaşayan insanların da yaşadıkları şehrin tarihini, geçmişini, bugüne taşıdığı medeniyet mirasını, kendisine yüklediği görev ve mes’uliyetleri bilmeden yaşaması imkansız.
Sadece İstanbul ve İstanbullular için değil genel anlamda bir değerlendirme yapacak olursak, şunu diyebiliriz: Çoğu insan, hayatı, zikri ve fikri ile tarihi mirasa layık olmayan ve hakkını veremeyen haramzade bir mirasyedi konumunda. Yaşadığı şehrin tarihinin, tarihi mirasının ve yerin altında yatan gerçek sahiplerinin kendisine biçtiği misyon ve mes’uliyetlerin idrak ve bilincinde değil.
Peki, mirasa nasıl sahip çıkarız?
TARİH VE MEDENİYET BİLİNCİ OKULLARA VERİLMELİ 
Öncelikle okullarda ve ailede sağlam, sıhhatli ve şuurlu bir tarihi temel ve kültürle insanların yetişmesi, yetiştirilmesi gerekir. İstanbul gibi bir şehirde yaşamanın maddesi ve manasıyla belli bir birikim, şuur, seviye ve kalite gerektirdiğini burada yaşana bütün insanların idrak etmesi, kendi çocuklarına, ailelerine ve çevrelerine bunu aktarması gerekir. Bu ön kabul, tarih ve medeniyet bilinci, aidiyet hissi ve şehir kültürü ideal bir şehir hayatı ve şehir toplumu inşa etmenin en hayati adımı ve merhalesidir. Bunu destekleyici, devam ve temadisini sağlama noktasında tabii esas büyük görevler o şehirdeki ilgili ve yetkili kişi ve kurumlara düşüyor. Bunlar şehir insanına daima bu ruhu, bilinci ve sorumluluğu aşılayıcı, canlı ve diri tutacak nitelikte sosyal ve kültürel etkinlikler, programlar, projeler, eğitici-bilgilendirici film, belgesel, konferans, sempozyumlar, şenlikler ve benzeri aktiviteler düzenlemekle mükelleftir.
İstanbul’un mimarisi giderek bozuluyor. Eskiden İstanbul denince camiler akla gelirdi, o görüntülerin önünde artık üst geçitler, gökdelenler veya metrobüsler geçiyor. Tarihi dokuyu bozmadan da mimari gelişme olmaz mı? Bu konuda bilinçlenme temelden mi olmalı?
İSTANBUL’UN TARİHİ DOKUSU KORUNMALI 
Haklısınız, size bütünüyle katılıyorum. İstanbul, Fatih’in, Osmanlı’nın bıraktığı İstanbul değil; bu bir acı vakıa. Aşırı göç, nüfus yoğunluğu, hesapsız-nizamsız büyüme ve sanayileşme, siyasi tefecilik ve rantiyecilik, tarih ve medeniyet bilincinden nasipsizlik, şuursuzluk, haramzadelik, Osmanlı ve ecdat düşmanlığına bağlı olarak çarpık yapılaşma, gecekondulaşma, düzenli ve yapıcı bir imar-iskân plânından yoksunluk şehrin tarihi dokusunun bozulmasının, hatta kasıtlı olarak tahrip edilmesinin başlıca sebebi. Avrupa’da olduğu gibi tarihi dokuyu koruyarak, suni teneffüsle de olsa tarihe hayat vererek ve onu bir fanus içinde canlı tutarak modernleşme ve şehirleşme neden olmasın!
Osmanlıdan utandık bir dönem sanki öyle değil mi?
REDDİ MİRAS BİZİ BU NOKTAYA GETİRDİ 
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişteki kırılma, kopma ve geçmişle çatışma, redd-i miras bizi maalesef böylesi vahim bir noktaya getirdi. Az öncede ifade ettiğimiz gibi İstanbul’un tarihi-kültürel mirasını, ruhunu ve dokusunu korumak; İstanbul’un sadece bir mega, metropol ya da sanayi-ticaret şehri değil, her şeyden önce bir tarih, medeniyet, inanç ve ilim merkezi olduğunun bilincine başta İstanbulluların ve yerel yöneticilerin, sonra da merkezi yönetimin varmasından geçer.
Böylesi zengin bir tarihi geçmişe ve mirasa sahip şehirde yaşamak; şehir planlamasını, mimari düzenlemesini yapmak düz vatandaşından en tepedeki yöneticisine kadar belli bir tarih ve medeniyet birikimini, şuurunu, hassasiyetini, şehre aidiyet bilincini ve kültürünü gerektirdiğini tekraren ifade edeyim. Ama her şeye rağmen, bütün tahripkarlığa, duyarsızlığa, ruhsuzluğa aldırış etmeksizin İstanbul, hâlâ o tarihi siluetini bütün görkemini ve büyüleyiciliğini, peçesiyle mahremiyetini gizleyen bir dilber gibi sergiliyor, Osmanlı’nın ve geçmişin izlerini bize inat muhafaza ediyor, şahsı manevisini ve güçlü soluğunu gönlümüze ve ruhumuza duyurmaya devam ediyor.
Osmanlı  tarihi denince, bir kısım kitaplarda tamamen yüceltip göklere çıkartan bir anlayış var. Bir kısmında ise tamamen harem-zevk sefa şeklinde menfi bir anlatım söz konusu. Sizce Osmanlı tarihini nasıl sevdirebiliriz? Objektif olarak yani yansız bir tarih yazılamaz mı?

TARİHÇİ OBJEKTİF OLMALI , NE ABARTI NE DE YERGİ OLMAMALI 

İsmail Çolak: Osmanlı ile ilgili tarih anlatımı, yaklaşımı ve yazımında sözünü ettiğiniz met-cezirlerin, ifrat-tefritlerin veya bilimsel objektiviteye ters aşırılıkların ve zıtlıkların yaşandığı doğru. Bunu biraz da normal olarak görmek lazım. Çünkü bunun kökeni ve sebepleri oldukça derin ve köklü. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin hâsıl ettiği dönüşüm ve değişim. Yeni devlet ve rejimin, Osmanlı’ya matuf ihdas ettiği, yıllarca takipçisi ve uygulayıcısı olduğu kırmızı çizgileri, ideolojik kalıpları ve hassasiyetleri Osmanlı’ya yönelik dalgalanmada veya menfi bakışta uzun yıllar etkili oldu. Daha yeni yeni, bilhassa da 90’lı yıllardan itibaren bu resmi ve menfi bakış esnemeye, yumuşamaya, giderek makul bir çizgiye doğru kaymaya başladı. Hasarın tamiri, bugün bu noktaya gelmemiz uzun yıllar aldı ve daha da süreceğe benziyor.

Sizce Osmanlı  fobisi yenildi mi?

Kanaatimce, Osmanlı’nın 700. kuruluş yıl dönümü ile başlayan süreç, devletin, resmi çevrelerin ve resmi ideoloji taraftarı aydın, yazar ve akademi tabakasının Osmanlı’yı fark edip keşfetmesi, Osmanlı fobisini yenmesi, Osmanlı ile barışıp yüzleşmesi anlamında önemli bir dönemeç ve milatr. Bu süreçte kaydedilen ivme hâlâ tırmanışını devam ettiriyor. Son 10-15 yıl içerisinde Osmanlı tarihi, medeniyeti ve padişahlar ile alakalı yayımlanmış yerli eserlerin yekununa göz attığımızda bunu rahatlıkla fark ederiz. Dolayısıyla bu noktada, benim de dâhil olduğum birçok tarihçi ve araştırmacı Osmanlı’yı hâlâ keşfedilmemiş kayıp bir medeniyet veya kıta olarak görüyor.

Harem konusuna gelirsek, o konuda neler söylenebilir?

HAREME BATININ GÖZÜYLE BAKIYORUZ 

Sorunuzun Harem ile ilgili kısmına da kısaca temas edecek olursam, şöyle değerlendirmek mümkün: Hemen belirtmeliyim ki Harem ile alakalı içerde ve dışarıda yapılan menfi tezvirat ve neşriyat daha çok Batı kökenlidir. İçerdeki propaganda da biraz Osmanlı ve ecdat düşmanlığından kaynaklanıyor. Bunların ekseriyeti içerik itibariyle ilmi ve tarihi bir kıymete sahip değil. Fantastik dedikodu, yalan, hayal mahsulü, ahlaki süfliyat, cinsel sapkınlık ürünü, Harem’i görmeden, bilmeden, araştırmadan yazılıp çizilmiş içi boş malzemelerdir bunlar. Evet, III. Selim, II. Mahmud ve bilhassa Sultan Abdülmecid, yani Tanzimat döneminden itibaren Osmanlı sarayına ve harem dairesine kısmen de olsa alafranga hayatın yavaş yavaş girdiğini, daha sonraki dönemlerde kademeleri olarak iyiden iyiye yaygınlaşmaya yüz tuttuğunu inkâr edemeyiz.

Siz tarihin içindesiniz, her gün yeni yeni bilgiler öğreniyorsunuz istirham etsek, bugüne kadar özellikle de Osmanlı ile ilgili doğru bildiğimiz yanlışlıklardan bahsedebilir misiniz?

12681

Yanlış bilinen doğrular ve doğru bilinen yanlışlar

Amerika kıtasının Kristof Kolomb tarafından sözde keşfi bugün iyice tavsadı ve ipliği pazara çıktı. Son araştırmalar, yeni tarihi vesika ve bulgular ışığında bugün, Müslümanların, daha Hz. Ali ve Hz. Osman döneminde Amerika’ya ulaştıkları, kıtanın varlığından 1000 yıllarında ilmen ilk defa bahsedenin Müslüman bilgin Biruni olduğu, Müslüman âlim ve kâşiflerce Amerika’nın Kolomb’dan daha asırlar önce varlığından söz ettikleri ve Kolomb’un da başta İbni Rüşd olmak üzere birçok Müslüman kâşif ve bilginin eserleri ve tecrübelerinden istifade ettiği tarihen ve ilmen ortaya çıktı.

Meseleye Osmanlı cephesinden baktığımızda, Osmanlı denizcilerinin 15. Yüzyılda Amerika’nın doğu kıyılarına kadar gittiği, bugünkü Büyük Türk Takımadalarının ilk kâşifi oldukları ve Piri Reis’in meşhur Kitâb-ı Bahriye’sinde Amerika’nın Osmanlılar tarafından resmen keşfinin Kolomb’tan 29 yıl önce Antilya ismiyle yapıldığı sağlam kaynağı olan tarihi bir hakikat bugün. Hatta Kolomb’un Sultan II. Beyazıd’dan yardım istediği, Osmanlıların kıtayı bildikleri için iltifat etmedikleri de artık biliniyor. Çok daha ilginç bir şey söyleyeyim: Barbaros’un Kanunî’den buranın fethedilmesi için başvurduğu, padişahın da çok uzak olduğundan vazgeçilmesini istediği henüz ağzı açılmamış bir tarihi bilgi.

Osmanlı mı geri kaldı, Batı mı çok ileri gitti?

En çok tartışılan, sık sık gündeme gelen, ağızlarda gevelenen mevzulardan biri de şu: Osmanlı Batı’dan geri mi kaldı, matbaa geç mi geldi? Osmanlı’nın, ilmî ve teknolojik gelişiminin durmasında, bu sahadaki gelişmeleri takipte Batıdan geri kalmasının tesirli olduğu kısmen doğru olmakla birlikte büsbütün gerçeği yansıtmıyor. Osmanlı’da, Yahudiler 1488’den, Ermeniler 1567’den ve Rumlar da 1627’den itibaren matbaa kullanıyorlardı. II. Beyazıd zamanında 19, Yavuz Sultan Selim zamanında 33 kitap basıldı. III. Murad, geometriye dair Usul’ül-Oklidis kitabının serbestçe satılması için 1588’de izin verdi. Enderun Tarihçisi Atâ, ilk resmî matbaa teşebbüslerinin IV. Mehmed zamanında başladığı ve ancak neticeye 1727 yılında ancak ulaşıldığını naklediyor. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’ndeki matbaanın değil, resmî matbaanın kuruluşun tarihi 1727’dir.

Bunlar, Osmanlı padişahlarının, ulemanın ve dini otoritelerin matbaa aleyhinde olduğu görüşünü çürütmeye ve yalanlamaya yeter. Ayrıca Osmanlı’ya ilk telgrafın, telefonun, denizaltının gelmesinde, devrin tüm olumsuzlukları ve imkânsızlıklarına rağmen Sultan II. Abdülhamid’in nasıl öncülük ettiği hakkında Nesil Yayınlarından çıkan “Son İmparator & Abdülhamid Han’ın Gizemli Dünyası” isimli kitabımda çarpıcı bilgiler, Osmanlı’nın Batı’daki gelişmeleri takibin neresinde olduğuyla ilgili önemli ipuçları mevcut.

Bir de padişahlara atılan iftiralar var? Biraz da onlara değinelim isterseniz?

PADİŞAHLARA İFTİRA ATMAYALIM 

Sultan II. Abdülhamid ve Vahdeddin ise, Osmanlı’ya ve Osmanlı padişahlarına atılan iftiraların ve düşmanlığın en gözde sembollerinden. Bilhassa Abdülhamid Han gizemli kişiliği, icraatları, projeleri ve hakkındaki bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarla, en çok saldırıya uğrayan, hakkında en fazla neşriyat yapılan Osmanlı padişahı. Nesil Yayınlarından çıkan Son İmparator kitabımda, hakkındaki çirkin iddiaların aksine gerici, yobaz, istibdatçı yaftalarını hak etmediğini; tersine bilime, teknolojiye, gelişmeye, eğitime, kültüre, projeye ve yeniliklere son derece açık, hatta belki de Osmanlı’nın en reformist ve vizyon sahibi padişahı olduğunu çarpıcı bilgiler eşliğinde ele aldım.

Peki, Abdülhamid’in Kızıl Sultan veya müstebid, Vahdeddin’in de hain olarak anılmasının temel sebebi nedir?

Şöyle izah edeyim: Yeni cumhuriyet idaresi varlığını, dayandığı farklı kaideleri ve rejimi sağlam temellere dayandırıp halka benimsetmek için kendisini eskiyi, Osmanlı’yı unutturmak ve kalıntılarını silmek mecburiyetinde gördü. Mesela bu dönemde bilhassa Sultan Vahdeddin ile II. Abdülhamid’in günah keçisi seçildiği ve resmî tarihin gadrine uğradığı artık sır değil. Süleyman Demirel’in de dediği gibi Vahdeddin’in ‘hain’, Abdülhamid’in de ‘kızıl’ olarak anılmasında devletimiz hesabına uzun bir müddet fayda ve maslahat görülmüş!

Yorum yapın